Eindhoven, Hollanda’nın
güneyinde küçük ama son zamanlarda adı tasarımla birlikte anılan bir
kenti. 20. yüzyıl başlarından itibaren
endüstrileşmeye başlayan şehir uzun yılar boyunca aydınlatma şirketi Philips’in
üretim tesislerine de ev sahipliği yapmış. Günümüzde Eindhoven’in tasarım
başkenti olma iddiasını besleyenönemli 3 sebep; son dönemlerin en ünlü
Hollandalı tasarımcılarını yetiştirmiş olan Design Academy Eindhoven; kenti
terk eden endüstrinin üretim tesislerine tasarımcı ve mimarların
yerleşebileceği alan bırakmış olması ve bu yıl 11.sini düzenlenen Hollanda
Tasarım Haftası (Dutch Design Week) kuşkusuz.
Tasarım haftasının kente
getirdiği hareketlilik gözle görülür düzeyde. 180 000 ziyaretçinin beklendiği
etkinliğe katılanların sayısı 200 000’i geçmiş bu yıl. Haftaya özel olarak,
tasarımların süslediği ve sergileme alanları ve tasarımcıların atölyeleri
arasında ücretsiz ulaşım sağlayan ‘mini’ taksi duraklarında kuyruklar esik
olmadığı gibi sergilenen ürünleri yakından incelemek için de beklemek zorunda
kaldığım oldu.
Bu yıl “Enter a Brave New
World” mottosuyla düzenlenen tasarım haftasının, başından beri değişmeyen
özelliklerinden biri deneysel ve inovatif işlere kucak açması. Yenilikçi
malzeme ve teknolojinin bolca kullanıldığı ürünleri izlerken, bir bilim merkezi
geziyor olduğunu sanmak da mümkün. Bu durum özellikle genç tasarımcıların
işlerinde çok belirgin. Design Academy Eindhoven’daki mezuniyet sergisinde çevre,
sürdürülebilirlik, geri dönüşüm gibi konuların yanı sıra gündelik hayatta
sosyal ilişkilerden eczacılığa, fizikten tutsakların sosyal yaşama katılımına
dek bir çok konuda öğrencilerin “design
thinking”, yani tasarımın kendine has süreçlerini kullanarak geliştirdiği
öneriler var. Genç tasarımcılar, tasarımın yaratıcı süreçlerden ibaret olmadığı
farkındalığıyla araştırma ve tanımlama süreçlerini de önemsemekte ve işleriyle
tasarımın ne kadar geniş bir alana değebileceğini ve dönüştürme iddiası
taşıyabileceğini kanıtlamaktalar.
Örneğin Barbara Larcin,
SHAeRE adını verdiği projesinde çok basit bir şekilde şu soruyu sormuş: sosyal
medya bizi dünyanın diğer ucundaki insanlarla iletişime girme olanağı verirken,
gündelik hayatta, gece dışarı çıkarken
bir çocuk bakıcısına ihtiyaç duyduğumuzda sokağımızda bu işi yapan birini
bulmamıza neden yardım etmesin? Tuomas Tolvanen ise, insana ait geçicilik,
kırılganlık ve kusurluluk gibi özellikleri aktarmaya çalıştığı tasarımlarında,
insanlara anıları kadar yakın objeler üretmeye çalışmış.
Designhuis’teki ‘De Etende Mens’ adlı sergi, yemek ve tasarım
üzerine sorgulayıcı ve ilginç bir sergi. Bir yanda farklı kültürlerden
ailelerin haftalık yiyecek-içecek tüketimleri karşılaştırılırken diğer yanda
toplumsal sorunlara tasarımla verilebilecek yanıtlar yer alıyor. Örneğin
ilaçların ulaşamadığı yerlere Coca-Cola ulaşabiliyorsa, bu ürünün kasaları
içine sığabilecek biçimde paketler içinde küçük medikal kitler tasarlayabilir
ve markanın güçlü dağıtım ağını kullanabiliriz.
Deneysel ve yenilikçi
işlerin yanı sıra ürün tasarımı ve ‘müze için tasarım’ diyebileceğimiz işler de
eksik değil elbette. Yine de gündelik hayat için tasarım önemli bir yer tutuyor
sergilenen işler arasında. Bir su kovası ya da temizlik fırçasının hangi
malzemeden nasıl tasarlanırsa hayatımızı kolaylaştıracağını düşünenler az
değil. Gündelik hayat için tasarlamaya yönelenlerle konuştuğunuzda, tasarımın
herkesin ulaşabileceği maliyetlerde olmasını da çok önemsedikleri anlaşılıyor.
Piet Hein Eek, atık ahşap
malzemeyi yeniden kullanarak tasarladığı mobilyalarıyla ve merkezin bir miktar
dışında yer alan atölyesiyle kurumsallaşmış tasarımcılardan. Endüstriyel bir
yapı içinde yer alan ve ofis, üretim atölyeleri, sergi ve satış alanları ve
genç tasarımcılarla paylaştığı etkinlik mekanlarıyla, deyim yerindeyse bir
‘tasarım üssü’ kurmuş durumda. Pragmatik yaklaşımlar ve basitleştirmeye
çalıştığı süreçlerle çalıştığı atölyesinde, atık malzemenin estetik
duygularımıza hitap edebileceğini kanıtlıyor.
Hollanda’nın ünlü
tasarımcılarından Kiki van Eijk ve Joost van Bleiswijk’ın atölyesi ise işlevsel
olmamaları bir yana fiyat olarak da erişilemez ‘tasarım objeleri’ ile dolu.
Kişisel olarak çok yakın olmadığım bu tasarım yaklaşımını benimsemiş diğer
atölyeleri de gezerken zihnimde uyanan soru, hafta kapsamında düzenlenen
tartışmalardan birinin de başlığı idi: “How much design can we digest?”. Ne
kadar tasarımı hazmedebiliriz sorusu saf kavramsal tasarımın bir doyum
noktasına ulaştığı yönündeki fikrimi dile getiriyor. Hollanda’nın son dönemlerde kriz nedeniyle
kültüre ayrılan bütçede yaptığı kısıntılar da göz önüne alınınca, bu kışkırtıcı
soruyu şöyle sormak da mümkün: ne kadar tasarımcıyı hazmedebiliriz?
Neslihan Şık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder