27 Aralık 2012 Perşembe

DDW 2012 ya da Tasarım Nereye Gidiyor?


Eindhoven, Hollanda’nın güneyinde küçük ama son zamanlarda adı tasarımla birlikte anılan bir kenti.  20. yüzyıl başlarından itibaren endüstrileşmeye başlayan şehir uzun yılar boyunca aydınlatma şirketi Philips’in üretim tesislerine de ev sahipliği yapmış. Günümüzde Eindhoven’in tasarım başkenti olma iddiasını besleyenönemli 3 sebep; son dönemlerin en ünlü Hollandalı tasarımcılarını yetiştirmiş olan Design Academy Eindhoven; kenti terk eden endüstrinin üretim tesislerine tasarımcı ve mimarların yerleşebileceği alan bırakmış olması ve bu yıl 11.sini düzenlenen Hollanda Tasarım Haftası (Dutch Design Week) kuşkusuz.

Tasarım haftasının kente getirdiği hareketlilik gözle görülür düzeyde. 180 000 ziyaretçinin beklendiği etkinliğe katılanların sayısı 200 000’i geçmiş bu yıl. Haftaya özel olarak, tasarımların süslediği ve sergileme alanları ve tasarımcıların atölyeleri arasında ücretsiz ulaşım sağlayan ‘mini’ taksi duraklarında kuyruklar esik olmadığı gibi sergilenen ürünleri yakından incelemek için de beklemek zorunda kaldığım oldu.

Bu yıl “Enter a Brave New World” mottosuyla düzenlenen tasarım haftasının, başından beri değişmeyen özelliklerinden biri deneysel ve inovatif işlere kucak açması. Yenilikçi malzeme ve teknolojinin bolca kullanıldığı ürünleri izlerken, bir bilim merkezi geziyor olduğunu sanmak da mümkün. Bu durum özellikle genç tasarımcıların işlerinde çok belirgin. Design Academy Eindhoven’daki mezuniyet sergisinde çevre, sürdürülebilirlik, geri dönüşüm gibi konuların yanı sıra gündelik hayatta sosyal ilişkilerden eczacılığa, fizikten tutsakların sosyal yaşama katılımına dek  bir çok konuda öğrencilerin “design thinking”, yani tasarımın kendine has süreçlerini kullanarak geliştirdiği öneriler var. Genç tasarımcılar, tasarımın yaratıcı süreçlerden ibaret olmadığı farkındalığıyla araştırma ve tanımlama süreçlerini de önemsemekte ve işleriyle tasarımın ne kadar geniş bir alana değebileceğini ve dönüştürme iddiası taşıyabileceğini kanıtlamaktalar.  

Örneğin Barbara Larcin, SHAeRE adını verdiği projesinde çok basit bir şekilde şu soruyu sormuş: sosyal medya bizi dünyanın diğer ucundaki insanlarla iletişime girme olanağı verirken, gündelik hayatta,  gece dışarı çıkarken bir çocuk bakıcısına ihtiyaç duyduğumuzda sokağımızda bu işi yapan birini bulmamıza neden yardım etmesin? Tuomas Tolvanen ise, insana ait geçicilik, kırılganlık ve kusurluluk gibi özellikleri aktarmaya çalıştığı tasarımlarında, insanlara anıları kadar yakın objeler üretmeye çalışmış.

Designhuis’teki  ‘De Etende Mens’ adlı sergi, yemek ve tasarım üzerine sorgulayıcı ve ilginç bir sergi. Bir yanda farklı kültürlerden ailelerin haftalık yiyecek-içecek tüketimleri karşılaştırılırken diğer yanda toplumsal sorunlara tasarımla verilebilecek yanıtlar yer alıyor. Örneğin ilaçların ulaşamadığı yerlere Coca-Cola ulaşabiliyorsa, bu ürünün kasaları içine sığabilecek biçimde paketler içinde küçük medikal kitler tasarlayabilir ve markanın güçlü dağıtım ağını kullanabiliriz.

Deneysel ve yenilikçi işlerin yanı sıra ürün tasarımı ve ‘müze için tasarım’ diyebileceğimiz işler de eksik değil elbette. Yine de gündelik hayat için tasarım önemli bir yer tutuyor sergilenen işler arasında. Bir su kovası ya da temizlik fırçasının hangi malzemeden nasıl tasarlanırsa hayatımızı kolaylaştıracağını düşünenler az değil. Gündelik hayat için tasarlamaya yönelenlerle konuştuğunuzda, tasarımın herkesin ulaşabileceği maliyetlerde olmasını da çok önemsedikleri anlaşılıyor.  

Piet Hein Eek, atık ahşap malzemeyi yeniden kullanarak tasarladığı mobilyalarıyla ve merkezin bir miktar dışında yer alan atölyesiyle kurumsallaşmış tasarımcılardan. Endüstriyel bir yapı içinde yer alan ve ofis, üretim atölyeleri, sergi ve satış alanları ve genç tasarımcılarla paylaştığı etkinlik mekanlarıyla, deyim yerindeyse bir ‘tasarım üssü’ kurmuş durumda. Pragmatik yaklaşımlar ve basitleştirmeye çalıştığı süreçlerle çalıştığı atölyesinde, atık malzemenin estetik duygularımıza hitap edebileceğini kanıtlıyor.

Hollanda’nın ünlü tasarımcılarından Kiki van Eijk ve Joost van Bleiswijk’ın atölyesi ise işlevsel olmamaları bir yana fiyat olarak da erişilemez ‘tasarım objeleri’ ile dolu. Kişisel olarak çok yakın olmadığım bu tasarım yaklaşımını benimsemiş diğer atölyeleri de gezerken zihnimde uyanan soru, hafta kapsamında düzenlenen tartışmalardan birinin de başlığı idi: “How much design can we digest?”. Ne kadar tasarımı hazmedebiliriz sorusu saf kavramsal tasarımın bir doyum noktasına ulaştığı yönündeki fikrimi dile getiriyor.  Hollanda’nın son dönemlerde kriz nedeniyle kültüre ayrılan bütçede yaptığı kısıntılar da göz önüne alınınca, bu kışkırtıcı soruyu şöyle sormak da mümkün: ne kadar tasarımcıyı hazmedebiliriz? 

Neslihan Şık